Konuşmak eyleminin olasılığı çoğu zaman düşüktür. Bu olasılığın olumsuz büyüklüğünü fark ettiğimiz anda, beynimizden boşalan anlamsız sesler ağzımızda birikip, anlamlı seslere dönüşmemeye karar verir.
Çünkü ve aslında konuşmak olanaklı değildir.
Konuşabilme yetimizin yaşamımızın ilk yıllarında kutlanması da sonraki yıllarda konuşmayı sürdürebileceği yeteneğimizin öngörülüyor olmasından. Oysa fizyolojik olarak sesleri çıkarabiliyor olmak, konuşabilmek kabul edilse de bu insanın bu yetisinin anlamının büyüklüğünü idrak edebildiği anlamına gelmiyor. Konuşmak edimi pratikte gerçekleşirken, teoride gerçekleşmiyor. Çünkü dil; tek başına bir konuşma organı değil. Konuşmanın öncül ve ardıl organları da var.
Konuşmak, asaleten düşünmenin ürünüyken, ezberlemek vekaleten düşünmenin ürünü. Konuşuyor oluşumuzu ya da ezberleri seslendiriyor oluşumuzu bu vekillik ya da asillik belirliyor. Konuşma; anlam, düşünce ve amaç içermedikçe ve salt ezber becerisine döndüğü müddetçe bir yaşam belirtisi yalnızca. Dilin varlık belirtisi değil.
Konuşmak eylemi için uyaran ve uyanan iki taraf ve tarafların da birbirini sürekli etken/edilgen bırakma zorunluluğu var. Konuşmak sürecinde, düzenli/düzensiz anlam eğrileri oluşturacak olan taraflar birbirlerini fikren oluşturabilir veya oluşmuş olanı tahrik ya da imha da edebilirler. Konuşmak; varlık biçimine, etkinlik alanına, sahne sanatına dönüşebilir.
Bir dik açıdan da konuşmak; çözmek becerisi, konuşturabilmek; çözülmeyi sağlamak becerisi anlamına da gelebilir. Konuşmak belli ki ya da belki mümkün değil.
Jean-Luc Godard senaristliğini ve yönetmenliğini yaptığı “Hayatını Yaşamak” (Vivre Sa Vie,1962) filminde: “İnsan, ancak bir süre yaşamdan feragat ettiği zaman konuşmayı öğrenir.” diyor. Bu tümce, konuşmak eyleminin olanaksızlığını imleyen bir tümce olmasına rağmen bu filmde, konuşmak eyleminin ilham ve idrak uyandıran hazzı vardır.
Konuşmak, beynin dil ile yaptığı danstır.