Bir yerlerden duymuştum taşlarında canlı olduğunu. Sıcakta genleşen, gecenin ayazından korunmak için büzüşen taşları. Çatlakları arasından şiirler, şarkılar söyleyen taşlar vardı. Bir de insan gibi başka başka enerji verenleri vardı.
Rüzgârın kendisini ufalamasına izin veren taşlar gibi insanın elinde şekilden şekle giren kimi zaman bir başyapıt olan taşlar vardı.
Seslerini duymak zordu kimisi değerinden ötürü saygı görse de işlenirdi, kimisine el sürülmeye bile çekinilir kıyılamazdı oysa kimisi ayaklar altında ezilir yine de sesini duyuramazdı. Ne çok benziyorlardı insana. İnsan gibiydi çoğu tepkileri. Vücutları da vardı insan gibi. İkisinin de anası topraktı. İnsandan ayrılan en belirgin halleri zihinsel düşüncelere ve bir ruha sahip olmamalarıydı.
Düşüncelerinden bir haberdik, tamam düşündüklerini söyleyemezdik peki ya nasıl olurdu da ruhu olmayan bir cisim enerjisini yansıtırdı bulunduğu ortama. Oysa ne çok yakındılar tam da bu yönleriyle insana.
Hani derlerdi ya “taş kalpli” diye haklılardı. Bizler kimi zaman onlardan daha taştık, taş gibi donup kalırdık bazı durumlar karşısında da. Kalbimizle cismimizle bir adım daha yaklaşırdık onlara. Sonra bir nehir kenarında oyuncak olurlardı ellerimizde. Sektirirdik suda onları, eşlik ederlerken yalnızlığımıza bir adım daha yaklaşırdık onlara. Aynı maddedendi bedenlerimiz, taştan parmaklarımızla konuşurduk onlarla…