Kültür - Sanat ve Tarih

2022 yıl ortası raporu: Bu yılın en iyi 10 dizisi

Yılın ilk altı ayını devirdiğimiz şu günlerde, 2022 yılının ilk yarısında prömiyer yapmış olan diziler arasından en iyi 10 diziyi sizler için seçtik.

Abone Ol

Yılın ilk altı ayını devirdiğimiz şu günlerde, 2022 yılının ilk yarısında prömiyer yapmış olan diziler arasından en iyi 10 diziyi sizler için seçtik.

ABBOTT ELEMENTARY (DİSNEY+ / ABC) ABD eğitim sistemindeki tüm çarpıklıklara rağmen kendini işine adamış, tutkulu öğretmenlerin; elde edilebilen sınırlı fonu har vurup harman savurmaya meyilli bir okul müdürüyle karşı karşıya gelişini izletiyor yılın hit komedilerinden Abbott Elementary. Philadelphia’da bir ilkokulda geçen, mockumentary formatındaki seri belki hiç görmediğimiz bir hikâye anlatıcılığı barındırmıyor fakat “kendini iyi hisset” türünün iyi yazılmış, iyi oynanmış, fazlasıyla komik bir örneği olarak takdiri hak ediyor. Her bir baş karakter öylesine ilgi çekici ve şahsına münhasır ki Abbott Elementary’nin ekran yolculuğunun daha uzun yıllar süreceğini öngörmek zor değil. Bir not: Yaklaşan Emmylerde, oyuncu kadrosundan Janelle James, Quinta Brunson ve Sheryl Lee Ralph’e birer adaylık gelmemesi haksızlık olacaktır. (Elif Yılmaz)

AS WE SEE IT (AMAZON PRİME) Otizm spektrumlu üç oda arkadaşı olan 20’li yaşlarındaki Jack, Harrison ve Violet’ın, normallik prototipi üzerine inşa edilmiş bir dünya içinde iş bulup para kazanmak, arkadaş edinmek ve âşık olmak adına türlü denemelerini takip ediyoruz As We See It‘te. Bu süreç hem heyecan verici hem de korkutucu; özellikle de istedikleri tek şey bağımsızlık ve kabul olduğunda. Nöroçeşitliliklerle yaşamanın zorlu yanlarını ve getirdiği büyük didinmeleri anladığımızı sanmanın tehlikesi ile mizahın tonunu çok iyi tutturan bir yanı var dizinin. Başrol oyuncularının kişisel hayatlarında da otizm spektrumda yer almaları, sahiciliğe büyük katkı sağladığı gibi çekimler sırasında kendilerini ve hislerini öncelemelerini sağlamış. Zorlukları başka zorluklar ile pakladığı öyküsünde; kayıp, yas, aldatılma gibi kavramların her birini deneyimleme ve kolektif çaresizliklerimiz ile yüzleşme seansları mevcut. Buruk ama hoşnut ayrılacağınız bir seyirlik. (Esin Çalışkan)

THE BEAR (FX / HULU) Shameless’ın 10 senelik ekran macerası sonrası, kadronun en yetenekli isimlerinden Jeremy Allen White’ın nasıl bir kariyer rotası çizeceğini merak ediyorduk ki yılın sürpriz hazinelerinden birinin başrolü olarak beliriverdi ekranımızda. Gastronomi dünyasında umut vadeden bir gençken, yaşadığı trajedi sonrası Chicago’ya dönüp aileden miras bir restoranı işletmek durumunda kalan Carmen “Carmy” Berzatto rolünde arz-ı endam ediyor The Bear’de. Ne var ki onun güçlü oyunculuk performansı, dizinin hanesine yazdırdığı artılardan yalnızca bir tanesi. Sıkış tıkış, daracık bir bir mekânda devinimini yitirmeyen, odağını sürekli değiştiren kamera kadar, senarist kadrosunun kalemi de Joanna Naugle ile Adam Epstein’ın incelikli kurgu çalışması da övmelere doyulamayan temponun mimarlarından. Ne yaptığını tam olarak bilen ve bunu fazlasıyla iyi yapan bir seyirlik var karşımızda. (Merdan Çaba Geçer)

THE DROPOUT (DİSNEY+ / HULU) Dünyanın en genç kadın milyarderi nasıl oldu da neyi var neyi yoksa bir anda kaybetti? Bilenler bilir; ABD’li girişimci Elizabeth Holmes’un kısa sürede büyük değer kazanan şirketi Theranos, çok az miktarda kan örneğiyle bile çalışan bir test kiti geliştirdiklerini duyurmuş fakat iddialarının pratiğe dönüşmemesiyle haksız kazanç elde edildiği açığa çıkmıştı. The Dropout, sağlık teknolojisinde devrim yaratma niyetiyle başlanıp bir skandalla sonuçlanan bu süreci oldukça sürükleyici bir biçimde masaya yatırıyor. Herhangi bir “kahramanı” olmayan bu öykünün dört başı mamur bir yapıma ilham verdiğini söylemek güç olsa da odağına aldığı karakterin eksantrikliği ve başroldeki Amanda Seyfried’in güçlü performansının etkisiyle, yakaladığını bir kasırgaymışcasına içine çeken bir tesiri var dizinin. Holmes’un tecrübesiz bir genç kadından Silikon Vadisi ikonuna, oradan da günümüzün en büyük dolandırıcılarından birine evrilişine şaşkınlık içinde tanıklık ediyoruz. (Merdan Çaba Geçer)

HEARTSTOPPER (NETFLİX) Lise çağlarındaki iki erkek karakterin aşkını anlattığı gerekçesiyle Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kurulu tarafından skandal bir kararla müstehcen bulunan ve jet hızında devreye giren sansür mekanizmaları sonucu internet satışı durdurulup yalnızca kitap mağazalarından erişilebilen (o da raflarda teşhir edilmeyip zarflarda teslim edilerek) Heartstopper serisini anımsadınız mı? Alice Oseman’ın Türkçeye Yabancı Yayınları tarafından Kalp Çarpıntısı ismiyle çevrilen grafik romanlarının uyarlaması; bizzat kendisinin senarist ve yapımcılığında hayat bulan, en taş kalplinin bile içini sımsıcak edip gözlerini buğulama potansiyeline sahip sekiz bölümüyle Netflix kataloğunda. Niteliğinden öte -ki hiç fena bir seyir tecrübesi sunmuyor- neden daha fazla kuir ilk gençlik öyküsüne ihtiyacımız olduğuna dair kapı gibi bir örnek olarak kollarını açmış, her yaştan seyircisini bekliyor Heartstopper. Tüm sansürlere inat nefes aldırtan, LGBTİ+ temsiliyeti adına ihtiyaç duyulan cinsten bir adım şüphesiz ki. (Merdan Çaba Geçer)

OUR FLAG MEANS DEATH (HBO MAX) Durum komedisi, dönem komedisi, açık denizlerde iş yeri komedisi… Adına ne derseniz deyin, Taika Waititi’nin hem yapımcı kadrosunda yer aldığı hem de pek meşhur Karasakal’a hayat verdiği Our Flag Means Death, tam da ondan beklenecek bir şahanelik: Absürt, tuhaf ve benzersiz… Ayrıcalıklı hayatını terk edip, “İntikam” adındaki gemisiyle okyanusa yelken açan aristokrat Stede Bonnet; korsan olarak ciddiye alınmak için büyük çaba sarfetse de okuma yazma bilmeyen mürettebatına uyku öncesi öyküler okuyacak kadar da ince ruhlu bir baş karakter. Onun inanılmaz ama gerçek hikâyesi ilk birkaç bölüm yönünü bulmakta zorlanıyor fakat toksik erkekliğe batırılan çuvaldızla, orta yaş krizini işleyiş biçimiyle, Bonnet ile Karasakal arasındaki tavizsiz romantizmle nihayetinde potansiyeline ulaşmayı başarıyor. Yakalaması zor bir kimyadan gücünü alan, tam bir “ekip işi” olarak akıllarda yer ediniyor Our Flag Means Death. (Merdan Çaba Geçer)

PACHİNKO (APPLE TV+) 1920’lerde Kore’de küçük, fakir bir kız olan Sun-Ja’yı merkezine alarak onun ve ailesinin yıllar içerisinde yaşadığı zorlukları, farklı dönemlerin satır başı olaylarına göz kırparak anlatıyor Pachinko. Altı çizilen ana konulardan biri zenofobi. Kore’nin Japon işgali altında yaşadığı zulüm ile o süreçte Japonya’ya göç etmek zorunda kalmış Korelilerin maruz kaldığı ayrımcılık, kötü muamele ve şiddet dizi boyunca işleniyor. Bir New York Times çoksatanından uyarlanan Pachinko, hiçbir şey için acele etmiyor. İzleyiciyi tatmin edeceğini bilmenin verdiği güvenle olup biteni tane tane anlatıyor. Sabırsızları elerken, sabredenleri mükâfatlandırıyor. Dizinin Japonya’da “sessizlik”le karşılandığını da notlarımıza ekleyelim. Japon toplumunun büyük çoğunluğu ülkede ırkçılık diye bir şeyin var olmadığına inanıyormuş. Tanıdık geldi mi? (J. Hakan Dedeoğlu)

SEVERANCE (APPLE TV+) Ne haltlar yediği tam olarak bilinmeyen Lumon isimli dev bir firma, kelimenin tam anlamıyla çalışanlarının hayatını ikiye bölüyor. İş yerine girdiğiniz anda dışardaki kendinizi unutuyorsunuz, ofisteki kendiniz ise Lumon firmasının tapulu malı. Ama peki, ya bu diğer kendiniz de dışarıdaki dünyada var olmak isterse? Seyir zevki aşırı yüksek Severance’da kadro ve konu sizi yakalamakta zerre zorlanmıyor. Son zamanlarda televizyon dünyasında ortaya atılan en yaratıcı ve sürükleyici fikirlerden biri üzerine kurulu çünkü. Lumon Laboratuvarları’ndaki zamanda kaybolmuş psikedelik ortam, iki dünya arasında yaratılan atmosfer farkı, dizinin sırtını büyük ölçüde yasladığı 80’ler ve 90’lar Hollywood’unun elementleri alarak yepyeni ve daha sofistike bir noktaya taşıması müthiş. Ayrıca buram buram Charlie Kaufman ve Michel Gondry koksa da günümüz dertlerine nefis uyarlanmış. Ha bir de jeneriği çok iyi! J. (Hakan Dedeoğlu)

TOKYO VİCE (HBO MAX) Suç, polisiye türlerine gönül vermiş biriyseniz; hele bir de Tokyo’ya dair merakınız varsa doğru yere geldiniz! Yönetmen Michael Mann’in 10 yılın ardından bir televizyon projesi için kamera arkasına geçeceği duyurulduğundan bu yana merakla beklenen Tokyo Vice, 1999’da Japonya’ya taşınıp yerel bir gazetenin kadrosuna katılmayı başaran Jake Adelstein’ın anılarından uyarlama. Adelstein, kendisine verilen kolay ve sıkıcı haberler yerine Yakuzalar hakkında yazmak istiyor ve yakaladığı bir ipucu ile kendini Tokyo yeraltı dünyasının acımasız aktörlerinin ortasında buluyor. Kısık ateşte pişen; heyecan dozajını yavaş yavaş, karakterler kafanızda oturup hikâyeleri şekillendikçe artıran Tokyo Vice, taşıdığı gerçeklik hissi ve Tokyo’ya yalın yaklaşımıyla bile ilgiye değer. (J. Hakan Dedeoğlu)

WE OWN THİS CİTY (HBO) Ekran yolculuğu 2002-2008 boyunca süren ve Baltimore’da işlenen suçları, şehrin arka sokaklarında yaşananları odak noktası belleyen The Wire; tüm zamanların en iyi dizileri listelerinde sıklıkla üst sıralarda yer alanlardan. Arkasındaki yaratıcı isim David Davis Simon’ın yine Baltimore’da konumlanan son projesi We Own This City; sokaklardan silahları ve uyuşturucuları temizlemek üzerine görevlendirilen fakat ellerindeki gücü suistimal edip para aklama, uyuşturucu kaçakçılığı ve rüşvete bulaşan polis teşkilatının yozlaşma sürecini takip ediyor. Tüm bu çürümüşlüğün asıl sorumlusu olan, başarısızlığı çoktan ayyuka çıkmış adalet sisteminin bir portresi çizilirken haklı karamsarlık hiç gizlenmiyor, öfkeli duruştan taviz verilmiyor. Özellikle The Wire’ın özlemini çekenlerin şans vermesi gereken We Own This City, -bir devam halkasından ziyade- öncülünün son sözü gibi hissettiren altı bölümüyle keşfedilmeyi bekliyor. (Merdan Çaba Geçer) (Bantmag)